Dünyada ve Türkiyede Tercümenin Önemi

Dünyada ve Türkiyede Tercümenin Önemi

Tercümenin Varoluşu ve İlk Tarihi

Tercüme, insanın tarih sahnesine çıktığı dönemdeki ilk duygusal ve düşünsel etkinliği olarak tanımlanırsa abartılmış olmaz. Çünkü ilk insan kendi gereksinimlerini karşılayabilmek için anlama ve anlaşılma ihtiyacı duymuştur. Bu ihtiyacını doğadaki nesneleri ve sesleri taklit ederek, yani onları kendi ifadelerine dönüştürerek gidermiş, bir tür çeviri yapmıştır. Bir dil olgusu içerisinde ele alınıp değerlendirildiğinde, çevirinin insanlığın uygarlaşma çabalarındaki en büyük etkinlik olduğu söylenebilir. İlk çeviri etkinliğinin, yazının bulunuşuna kadar uzandığı saptamasını yapan Yücel şunları ifade etmiştir:

 

 

“Yazının eski şekli Sümerler’in resim yazılarıdır ve Mezopotamya bölgesini kapsamaktadır. Bu tür yazılar 4500 yıllık toprak kitabelerinde görülmektedir. Kazılar sayesinde ortaya çıkan bu yazılar üç dille ele alınmış kelime listelerinden oluşmaktadır”.

 

 

 

Tarihsel bağlamda çevirinin uygarlık sahnesine ilk çıkışı dil olgusunun ortaya çıkmasıyla başlamıştır, yani bir anlamda tarihle başlamıştır. Bu durum Antik Çağ’ın ilk izlerinden de anlaşılmaktadır. Çeviri, Antik Çağ’da “doğadaki nesnelerin sese, yazılı simgeye, resme ve dansa dönüşümüyle” başlayan bir etkinlik olmuş ve zaman içerisinde yıllara bağlı olarak tarihi dönemlerde çeşitli gelişimler göstermiştir. Örneğin M.Ö. 4500 yıllarında Mezapotamya’da çok dillilik egemendir. Bu durum, üç farklı dilde yazılmış kil levhalardan da anlaşılmaktadır. Bu üç dilin bir arada yaşıyor olması çeviri etkinliğinin de ne kadar etkili olduğunu göstermektedir. Aynı şekilde, Eski Mısır’da M.Ö. 3000 yıllarında yoğun bir çeviri faaliyetinin olduğu buluntulardan anlaşılmaktadır. Kapadokya’daki buluntularda ise M.Ö. 1800 yıllarında “targumannu” diye adlandırılan çevirmenlerin olduğu anlaşılmaktadır. M.Ö. 1200 yıllarından kalma iki dilli (Hititçe ve Eski Mısır Dili) bir sözleşme metni de (1273-Kadeş Antlaşması) dönemin çeviri konusundaki yaklaşımlarını aydınlatmaya yardımcı olmuştur.

 

 

 

Batı uygarlığının temeli olarak görülen Antik Yunan uygarlığı, aslında aritmetik, geometri, astronomi ve tıpla ilgili bilgileri ilk kez Babil ve Mısır uygarlığından almıştır. (Yazıcı, 2005, s. 39). Bu temel bilgilerin çeviri yoluyla aktarıldığı gerçeği ise çevirinin tarih içerisindeki önemini göstermektedir.

 

 

 

Çeviri Sözcüğünü İlk Uygulayan Uygarlık: Roma

 

 

 

Çeviri Tarihi

 

Waleed Eseily

 

“Çeviri” sözcüğünü ilk kullanan uygarlığın Roma uygarlığı olduğunu belirten Yazıcı’ya göre:

 

 

 

“Cicero’nun disiplin kavramı içerisinde gördüğü hukuk kavramının da içerisinde temel öğenin “mülkiyet” olduğu düşünülecek olursa, “sahiplik” kavramı, bir yapıtın ilk sahibinin varlığının sorgulanmasına yol açtığı gibi, çevirinin varlığının da kabul edilmesine yol açar”.

 

 

 

Ortaçağ’a gelindiğinde belgelerden anlaşıldığına göre, çeviri işi ile uğraşanlar bizzat birçok alfabenin bulunmasını sağlamışlardır. Aksoy’un, Delisle ve Woodsworth’den bu konudaki yaptığı aktarımlar önemli bilgiler sunmaktadır:

 

 

 

“(…) tarih içinde alfabeleri bulan kişilerin dört tane çevirmen olduğunu yazarlar. Bunlar sırasıyla Gothic alfabesini bulan Ulfilo (Bulgaristan, 4. yüzyıl), Ermeni, Arnavut ve Gürcü alfabesini bulan Mesrop Mashtots (Ermenistan, 5. yüzyıl), Glogolitic alfabesini bulan Cyril (Moreviya, 9. yüzyıl) ve Kanada’da yerliler için 19. yüzyılda heceli yazma sistemini bulan James Evans’tır. Görüldüğü gibi uzak tarihten yakın tarihe kadar çevirmenler yazının gelişimine ve insanlık tarihinin oluşumuna en büyük katkıyı yapmışlar ve bir çeviri tarihinin oluşması için yeteri kadar faaliyette bulunmuşlardır”.

 

 

 

Aynı dönemde hıristiyanlaşan Avrupa, Antik-Yunan’ın çok tanrılı Pagan inancını reddederken o döneme ait tüm eserleri de yasaklamıştır. Ancak, Antik Yunan eserleri, Batı dünyasını uzun bir süre karanlığa mahkûm eden bu yasaklamalara karşın korunabilmiştir. Bu eserlerin yaşatılması, onları kendi dillerine çevirerek koruyan Araplar sayesinde olmuştur. Sonradan, Rönesans’ı hazırlayan koşullar içerisinde, Avrupalılar bu Arapça metinleri yeniden çevirerek kendi kültürlerine kazandırmışlardır. Bu devirde en çok çevirisi yapılan kitapların konularının tıp, matematik, astronomi alanında olduğu görülmektedir.

 

Hümanist düşüncenin gelişimine paralel olarak ortaya çıkan bilimsel buluş ve icatları, keşifler takip etmiştir. Avrupa’da öncelikle Portekizliler, sonra da İspanyollar, denizcilik alanında diğer uluslardan bir adım önde olmuşlardır. Buna bağlı olarak yeni keşif ve icatlar bu alandaki eserlere olan ilgiyi de artırmıştır. Bunların yanında tüm Avrupa’da antik eserlere duyulan ilgiyle birlikte çevirinin önemi daha da artmıştır.

 

Ortaçağ Hıristiyan Avrupası, tanrı merkezli bir dünya görüşü içermekteydi. Doğal olarak da her düşünce, tanrı merkezli olarak ifade edilmekteydi. Özellikle sanatta ve edebiyatta bu etki tüm sınırlamalarıyla kendini hissettirmiştir. İtalya’da Petrarca ile birlikte gelişen hümanist düşünce ve Rönesans’ı hazırlayan koşullar Avrupa’yı bir tür aydınlanma dönemine götürmüştür. Bu dönem ise tanrı merkezli bakış açısını hümanist bakış açısına, yani insan merkezli düşünüşe terk etmiştir. Matbaanın da devreye girmesiyle birlikte, başta Antik Yunan yapıtları olmak üzere tüm eserler çevrilerek çoğaltılmıştır. Çeviri etkinliğinin Ortaçağ’da da “çok yoğun” bir biçimde sürdüğünden söz eden Aktaş, Rönesans’la birlikte farklı bir çeviri anlayışının oluştuğunu, çevirinin bu dönemde nitelik ve nicelik bakımından büyük bir değişikliğe uğradığını belirtmektedir.

 

Rönesans döneminin özellikle hukuki metinlerin ilk kez yerel dillere çevrildiği dönem olduğunun tespitini yapan Aktaş, edebiyat, hukuk, yönetim, diplomasi, felsefe ve bilim gibi alanlarda iletişimsel bir araç olarak “çeviri olayı”nın etkinliğini vurgulamıştır.

 

 

 

Bu dönemde yapılan keşifler, icatlar ve ticaretteki gelişmeler, Ortaçağın son döneminde ortaya çıkan burjuva sınıfının güçlenmesine yol açmıştır. Özellikle halkın içinden çıkan tüccar kesim her alandaki yeniliğin de öncüsü olmuştur. Bu kesim, bu yeniliklerle birlikte halka önderlik etmiş ve tam bu dönemde matbaanın da icadıyla birlikte, birçok çeviri kitlelerle buluşmuştur. “Artık bilim sadece bilim adamlarına değil aynı zamanda diplomat, esnaf, tüccar ve toplumun daha nice katmanlarına amadeydi” (Yücel, 2004, s. 12).

 

On altıncı ve on yedinci yüzyıllarda, yazın, hukuk, diplomasi, felsefe ve tüm bilim dallarında halkın konuştuğu yerel dillere yoğun bir şekilde çeviriler yapılmıştır. Gene bu dönemde “Hıristiyan Hümanizması ve bilim arasında yer alan boşluk” gibi etkilerle çevirinin rolünde büyük değişiklikler yaşanmıştır. Bu değişiklik sürecinde klasiklerin çevirisi çoğalmış, Fransızca ve İngilizce arasındaki çevirilerde de büyük bir artış olmuştur. Elizabeth dönemi (1558-1603) İngilteresi’nde “büyük bir çeviri devri” başlamıştır ve “mütercimler büyük bir gayretle çalışarak, geçmişteki kültür hazinelerini ülkelerine çeviri yoluyla aktarmışlardır”. Elizabeth dönemi, W. Shakespeare’in, yerel dil olarak var olan İngilizcede 40 bin sözcükle eserler vermeye başladığı dönemdir. Shakespeare, Antik Yunan ve Roma mitolojisinden çeviriler yapmış, çok sayıda tiyatro oyunu yazmıştır. Kaynak dilden erek dile yapılan bu iyi çeviriler sayesinde alanında iddialı ve güçlü eserler ortaya çıkmıştır. İngilizcenin bu dönemden başlayarak bir dünya dili olması bir tesadüf değildir.

 

 

 

Çeviri Tarihi 2

 

Onsekizinci yüzyıl kozmopolit bir aydın tipini ortaya çıkardığı için bu dönemde çeviri çalışmaları hız kazanmıştır. Örneğin, Diderot ve D’Alembert’in Ansiklopedi hareketi önce bir çeviri projesi olarak başlamıştır. İngiliz Chambers Ansiklopedisi’nin Fransızcaya çevrilmesi için Le Breton Yayınevinden sipariş alan Diderot daha sonra bunu özgün bir ansiklopediye dönüştürmüş, böylece ünlü Ansiklopedi (Dictionnaire Raisonné des Sciences, des Arts et des Métiers)’ı yayımlamaya koyulmuştur. Bunu izleyen yıllarda Adam Smith’in “Ulusların Zenginliği” (The Wealth of Nations), Mary Woolstonecraft’ın “Kadın Haklarının Korunması” (A Vindication of The Rights of Women) gibi düşünce tarihinde önemli yer tutan yapıtlar İngilizceden Fransızcaya çevrilmiştir.

 

 

 

Fransız Devrimiyle birlikte toplumsal değişim ve dönüşüm tüm Avrupa’da her yönden kendini hissettirmiştir. Ulus-devletler tek tek tarih sahnesine çıkmaya başlamıştır. Çeviriler artık büyük oranda yerel dillerde yapıldığından tüm gelişmelerin, toplumun her kesimine ulaşması sağlanmıştır. Diğer taraftan, on sekizinci yüzyıl, Sanayi Devrimi’nin temellerinin atıldığı, her alanda önemli gelişmelerin kaydedildiği bir dönemdir. Bu gelişmelerin birincisi, “nesir çevirisinde birebircilik ve serbestlik arasında bir dengeye ulaşılması” ve ikincisi “bol miktarda teknik çevirinin yapılması”dır (Köksal, 2005, s. 22).

 

On dokuzuncu yüzyıl çeviri alanında incelemelerin ve gelişmelerin arttığı, buna bağlı olarak dilbilimin temellerinin atıldığı bir dönemdir. Bu konuda, “F. Bopp’un, XIX. Yüzyılın sonlarına doğru Germence, Latince ve Yunancayla Sanskritçeyi birbirine bağlayan akrabalık ilişkileri üzerine yaptığı çalışmalar, modern dilbilimin ilk duyurucusu olmuştur”.

 

Yirminci yüzyılda yeni devletlerin kurulması ve resmi dil sayısının artmasıyla birlikte, çeviri alanındaki gelişmeler hız kazanmış ve bu alanda daha akademik çalışmalar yapılmıştır. Bu dönemde, çeviride üsluptan çok içeriğe önem verilmiştir. Ancak, bu konudaki bilimsellik arayışları yirminci yüzyılın ikinci yarısına kalmıştır. Yazıcı’ya göre, 1964’ten sonra, dilbilimin de etkisiyle “bilimsel bir kimlik arayışına” girilmiştir (2004, s. 25). Özellikle on dokuzuncu yüzyılın sonunda Ferdinand de Saussure’ün katkılarıyla önemli bir noktaya gelen dilbilim, artık bu yüzyılda “birincil ve kuramsal bir konumda” ele alınmış, “(…) çeviri konusundaki görüşler ve çeviri faaliyeti yazınların gelişimi sürecinde bir yan dal olarak tartışılmıştır”.

 

Osmanlı İmparatorluğu kuruluş ve gelişme dönemlerinde bilgiye ulaşma konusunda çoğunlukla Arap dünyasının etkisinde kalmıştır. Yapılan çeviriler de bu etki çerçevesinde biçimlenmiştir.

 

 

 

Söz konusu dönemde üretilen veya Osmanlıcaya çevrisi yapılan konuların başında “(…) mantık, matematik, fizik, tıp gibi doğa bilimleriyle ilgili konular, din ve tasavvuf büyükleriyle ilgili hikayeler, yaşam öyküleri, siyaset ve ahlaka ilişkin öğüt niteliği taşıyan gündelik bilgiler (….)” yer almaktadır.

 

 

 

Osmanlı İmparatorluğu özellikle Fatih Sultan Mehmet döneminde yükselişe geçmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun, iç ve dış ilişkilerinde, kendi gelişimine koşut olarak sadece Osmanlıcayı kullanmasının “yanlış ya da eksik anlamaya yol açması” idari sıkıntıların yaşanmasına neden olmuştur. Özellikle yeni alınan bölgelerdeki askeri, resmi, ticari kurumlarda tercümanlara gereksinim duyulmuştur. Aynı şekilde, genişleyen İmparatorluk yeni aldığı bölgelerde ve özellikle Rumeli’ndeki eyaletlerin yönetiminde de bu dilsel sorunu yaşamıştır. Bu ihtiyacı karşılamak için eğitim çalışmalarına bu dönemde başlanmıştır. Resmi yazışmalarda yanlış ya da eksik anlamalara yol açmamak için ilk kez “resmi saray Tercümanı” olarak Lütfi Bey (1479) atanmış ve Venedik’e bir antlaşma götürmek üzere görevlendirilmiştir.

 

Çevriye duyulan yoğun gereksinim nedeniyle on yedinci yüzyılda Fransızlar tarafından İstanbul’da ‘Dil Oğlanları’ okulu açılmıştır. Çevirmen adayları bu okulda Türkçe, Arapça, Farsça, Fransızca dersleri görmüş ve Fransız dilinde Osmanlı Türkçesi ve kültürü üzerine çalışmalar gerçekleştirilmiştir (Eruz, 2003, s. 33).

 

Osmanlı’nın bu konuya verdiği önem, hem Doğu hem de Batı dillerinden çeviri yapmak üzere 1717’de Sadrazam Nevşehirli İbrahim Paşa’nın, şair Nedim’in başkanlığında ilk kez bir Tercüme Heyeti kurmasından da anlaşılmaktadır.

 

1839 Tanzimat Fermanından sonraki dönemde, Osmanlı’da çeviri, Batıdaki gelişmelere duyulan ilgi ve hayranlığa koşut olarak gelişmiştir. İmparatorluk açısından önemli olan “Arap dili ile Arap-Fars kültürünün üstünlüğünün” bu aşamadan sonra sarsıldığı görülmektedir. Bu dönemde, batı dillerinden, büyük bir çoğunluğunu Fransızca roman, tiyatro ve deneme gibi türlerin oluşturduğu eserler çevrilmiştir.

 

 

 

1881’de ise Münif Paşa’nın Nazırlığı sırasında çıkarılan 19 maddelik Telif Tercüme Dairesi Yönetmeliği ile de Tercüme Heyetinin kalıcı bir “kurumsal kimlik” kazanması sağlanmıştır (Yazıcı, 2004, s. 88, 121).

 

On dokuzuncu yüzyılda Osmanlı’da tercümanlar bir devlet sorumluluğu alabilecek “görev ve imtiyazları” olan kişilerdir. Özellikle Osmanlı İmparatorluğu ve Fransız Devleti arasındaki ilişkilerde bu tercümanların görev ve imtiyazları çok daha geniş tutulmuştur. Bu tercümanlar, diplomasi, hukuk, ticaret alanlarında Batı ile Doğu arasında “aracı rolünü” üstlenmişlerdir. Bu bağlamda kendilerine önemli bir diplomatik sorumluluk yüklenmiş, iki devlet arasında yapılan antlaşmaları, sürdürülen konuşmaları ve düzenlenen resmi belgeleri çevirmişlerdir.

 

Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasıyla birlikte Osmanlı’nın küllerinden doğan yeni Cumhuriyet, çok önemli toplumsal, siyasal ve kültürel dönüşümler başlatmıştır. Özellikle harf devriminden sonra Latin harflerinin benimsenmesiyle kültür, bilim ve sanat alanında ülkemizde önemli çalışmaların temelleri atılmıştır.

 

Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren belirlenen hedeflerin en önemlilerinden biri, ‘muasır medeniyetler seviyesi’ne ulaşmaktır. Bu temel düşünce doğrultusunda Osmanlı İmparatorluğu’ndan kalan kurum ve kuruluşlarda önemli yenilik ve değişikliğe gidilmiştir. Bu kurumlar, Cumhuriyetin ihtiyaç ve beklentilerine göre yeniden yapılandırılmış ya da yeniden oluşturulmuştur. Özellikle uygar dünyanın bilimsel, sosyal ve kültürel alanlarda kat ettiği yolun tüm kesimlerce kavranıp öğrenilmesi amacıyla ve bir Cumhuriyet kadrosu oluşturma hedefiyle önemli çalışmalar başlatılmıştır. Tüm bunlara bağlı olarak 11 Ağustos 1923 yılında milletvekili seçilen Gökalp’in hemen ardından Telif ve Tercüme Heyeti, Maarif Vekaleti tarafından yeniden düzenlenerek, bir talimatname çıkarılmıştır (24 Ocak 1925).

 

 

 

“Bu talimatnamede hangi yapıtların çevrileceği konusunda, bir listeye de yer verilmiştir. Bu listede, yeni Cumhuriyetin, çağdaş uygarlığı ve evrensel kültürü yakalamasına katkısı olacağı düşünülen iktisat, sosyoloji, hukuk ve dil, edebiyat gibi özel alanlarda dünyadaki başyapıtların ve ders kitaplarının konu alanlarına göre bir dağılımı çıkarılmıştır” .

 

 

 

1930’lu yıllardan itibaren Cumhuriyetçi aydınlanma çizgisi ülkemize önemli toplumsal kurumlar kazandırmıştır. Osmanlı’nın ümmet toplumundan çıkıp ulus olma bilincini ve Cumhuriyet duygusunu geliştirmek amacıyla 1932 yılında Halkevleri açılmıştır. Hasan Ali Yücel zamanında bilinçli köylü, yurttaş köylü yetiştirilmesi ana fikriyle Köy Enstitüleri açılmıştır. Bunlarla birlikte 1948’de özel bir yasayla kurulan Devlet Konservatuarları ve Devlet Tiyatroları da özellikle yabancı eserlerin çevrilerek incelenmesini, okunmasını ve sergilenmesini sağlayan önemli Cumhuriyet kurumları olmuşlardır. Ayrıca, Milli Eğitim Bakanlığı’nın gerçekleştirdiği çeviri atılımı sayesinde “Tercüme Bürosunun” kurulması ve çalışmalarını devam ettirmesiyle birlikte daha sonraki dönemlerde çeviri dergileri, süreli yayınlar ve yayınevi etkinlikleri artarak çoğalmıştır.

 

60-80 yılları arasında ülkemiz üç askeri müdahale yaşamıştır. 27 Mayıs Devrimi’nin getirdiği göreceli özgürlük ortamı, özellikle düşünce ve sanat alanındaki özgür yaratımların ve çalışmaların da zeminini hazırlamıştır. Her alanda dergiler ve kitaplar çevrilmiş ve yayımlanmıştır. 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbelerine kadar özellikle sol yayınlarda çeviri patlaması yaşanmıştır. Bu durum her konuda olduğu gibi çeviri kuramının gelişmesine de zemin hazırlamıştır. Uzun süre akademik çevrede kapalı kalan çeviri etkinliğinin kapılarını dışarı açtığı ve dışarıda olup biten siyasal, ekonomik ve toplumsal olayların da ister istemez çeviri etkinliğini etkilediği görülür . 80 sonrasında durum biraz daha farklılaşarak, çeviriler güncel, teknik ve bilimsel konulara yönelmiştir.

 

 

 

Böylece 80 sonrası gelişen apolitik ortamdan, çeviri de etkilenmiştir ve özellikle bilim ve teknik konularına doğru bir yöneliş gözlenmiştir. Ancak bu durum çeviri etkinliğinin azlamasına yol açmamış, giriş bölümünde değindiğimiz uluslararası ilişkilerin gelişimi, hukuki metinlerin hızla ve gittikçe artan bir yoğunlukta çevrilmesini gerekli kılmıştır. Bu alanda Türkçeden yabancı dillere, yabancı dillerden de Türkçeye yapılan çeviriler önem kazanmıştır. Bu bağlamda, şimdiki bölümde ise bir dünya dili olan Fransızacanın ülkemiz açısından önemini ele alacağız.